KİTABIN ADI : BOMBA
KİTABIN YAZARI : ÖMER SEYFETTİN
YAYIN EVİ : BİLGİ
BASIM YILI : 1990
KİTABIN KONUSU
Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemine girdiği devirde, sınır boyların da bulunan halkın yaşantıları kısa hikayeler şeklinde anlatılmaktadır. Benim anlatacağım hikayede de İtalyan gibi yetiştirilen bir çocuğun gerçek tarihini öğrenmesini anlatmaktadır.
KİTABIN ÖZETİ
PRIMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL OLDU
Eylül gecesiydi ve gökyüzünde tek bi yıldız bile yoktu. Selanik, gündüzki heyacanlardan , gürültülerden yorulmuş gibi , baygın ve uyuyordu. Rıhtım ıssızdı. Olimpos Palas’ın , Kristal’in, Splandit Palas’ın ve diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştü bile. Tramvay yolunu tamir etmek için konulan parke taşlarının ilersinde, denize dogru inen küçük merdivenlerin başında, hareket etmeyen bir gölge dimdik durmakta idi. Gölge Paris’te okuyan sonra dolgun bir maaşla İzmir’e gelen ve burada aşık olduğu güzel bir İtalyan kızı Grazia ile evlenen genç mühendis Kenan Bey’ aitti. Türklük, garazi Avrupalılarca medeniyetsizlik olarak görülmekte idi. Kenan Bey’de onların adetlerine, ahlak anlayışlarına, terbiyelerine, cemiyetlerine hayran olan ve bunları uygulayan kişiliğe sahipti. Ve bu karakteri herkes tarafından da bilinmekte idi. Nazik ve eglenceli birisi idi. Savaşa tamamen karşıydı.
En sonun da o gece Kenan Bey kırk sekiz saat boyunca işittikleri, gördükleri ve gazetelerde okuduklarının etkisinde kalmıştı. Son derece rahatsızdı. Çünkü savaş çıkmış; İtalya Trablus’a saldırmış; hayran olduğu, insaniyete hizmet ettiğine inandığı Avrupalılar’ın öceden çok doğal bulduğu hareketleri aklına gelmişti. İlk Fransa’yı hatırladı. Daima insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyamıştı. Masum, silahsız insanları öldürmüş onları esir etmiş, ruhlarına hakim olmaya çaılmışlardı. Daha sonra İngilizler’i düşündü ve İspanyollar’ı, Almanlar’ı hatta Belçika ve Portekizliler’i , en sonunda da İtalyanlar’ı düşündü. Hepsi aynıydı. Yıllarca ruhunu zapteden bu toplumun, Avrupalılar’ın naçiz bir kulu, hizmetcisi olduğunu düşündükce kahroldu. Düne kadar kendisine bile Türküm demeye sıkılıyordu. Bu memlekette tarihinin büyüklüğünü, geçmişini, dedelerinin şanını bilmeden, inkar etmiş ve milliyetinden uzaklaşmıştı. Hatta nekadar Avrupalılaşmış olduğunu düşünerek yürüdü ve kimseyi görmemeye çalışıyordu. Evine gitme düşüncesinden uzakta idi. Şuursuz bir şekilde Splandi Palas’ın önüne geldi. Bir odaya çıkatı ve yatağa uzandı. Yaşadığı olaylar onu şaşırtmıştı ve perişan etmişti. Hakaretin ve tecavüzden uyanan millet, İtalyan mektebinin, hastanesinin, hatta konsolosluğunun armalarını parcalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmıştı. Ne kadar İtalyan varsa şüphsiz kovulacaktı. İtalyan dostu görünen bir Türk şüphesiz lanet ve nefretle memleketten dışarı çıkarılacaktı. Başı ağrımakta başının arısından gözleri yaşarmaktaydı.
Gözünün önüne eşi, çoçuğu ve evi geldi. O hiç böyle bir günü düşünmemiş bu ana kadar mutlu yaşamıştı. Avrupadan geldiği seneyi, gençlik ve bekarlık günlerini hatırladı. Bir İtalyan’la evlenmişti buda ona doğal görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir durummuş gibi gelmişti. Gerçi Grazia ile evlenmek istediğinde Grazia’nın babası Kenen Bey’in Türk oluşından dolayı bir barbar, bir medeniyet düşmanına kızını vermeyi şiddetle reddetmişti. Daha sonra ise kişisel menfaatlerini düşünmüş. Kızıyla yaptığı bir konuşma sonrasında Kenan Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan onyedi milyon Rumdan biri olarak kabullenmişti. Ona göre Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk aile yoktu. Bu düşünceler doğrultusunda Kenan Bey’i kızıyla birlikte Rum olarak kabul etmiş ve bu evliliğe izin vermişti.
Kenan Bey’le Grazi’nin evliliklerinin ilk iki yılında iki erkek çoçukları olmuştu. İtalyan adetlerini takip ederek çoçuklarını numara ile Primo! Sekundo! Diye çagırmışlardı. Sekundo hastalanmış ve ölmüştü. Grazia’nın babası Mösyö Vitalis Meşrutiyetin ilanından sonra Türkiye’de işlerin iyi gitmeyeceğini düşünerek İtalya’ya gitmiş ve çiftlik alarak oraya yerkeşmiişti. Kenan Bey babasının Grazia’yı ve kendisini İtalya’ya çağıracağını düşündü. Ne yapacaktı? Gitmeyeceği kesindi. Grazia’nın kendi ailesini bırakmaya razı olup olmayacağı düşündü. Çoçukları ve mutlu bir evlilikleri vardı ve birbirlerini çok seviyorlardı.
Sabah olduğunda ayağa kalktı ama bitürlü uyuyamamıştı. Otelden tranvayala yalısına geldi. Kapıyı hizmetçi kız açtı. Grazia ve Premo evde yoklardı. İki yol sandığı dikkatini çekti. Grazia yolculuğu düşünmüştü galiba. İlk defa görüyormuşcasına duvarlara , perdelere, eşyalara baktı. Türk hayatına, Türk ruhuna ait bir çizgi bile yoktu, birden Bursa’daki çoçukluğunun geçtiği baba evini hatırladı. Merdiven başındaki, ceviz ağcından eski ve guguklu saati, yaldızlı kafesin içindeki sürekli öten kanarya kuşunu ve babasının odasını düşündü. Herşey gözlerinin önünden film şeridi gibi akıyordu. Alçak sedirler ve kalın halılarla döşeli, vişne renginde perdeleri, duvarlarında asılı olan iğri ve altın kakmalı kılıçları, kamaları düşündü ve en önemlisi bu odadaki baş sedirin üstündeki etrafı ipekten ve sırmalı çevrelerle süslenmiş, mert bir Türk ruhundan saçılan iffet, namus, metanet, istiğna tavsiye eden mısraların yazılı olduğu levhayı hatırladı. Mısraların bazılarnda şunlar yazılıydı.
‘Geçme namerd köprüsünden, koparmasın seni!’
‘Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!’
‘Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!’
Babası ne kadar genç dururdu. Gelen misafirlerde, ağalarda ona benzerdi. Bu levha güya kalplerin, ahlaklarının tercümesiydi. Başı yeşil örtülü annesiyle daima yere bakan, omzunda pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresini düşündü. Tahsilde iken annesi ve babası ölmüş, amcasının yanına giden hemşireside oranın yerlilerinden bir beyle evlenmişti. Kendisi on senedir ne Bursa’ya gitmiş, ne akrabalarını görmüştü. Hatta mallarını bile İstanbul’dan gönderdiği bir vekil vasıtasıyla satmıştı. Kenan Bey düşündü durdu. Düşündükce de iki gündür farkına vardığı durumunun aşağılığını, adiliğini anladı. Unuttuğu milliyetinin kıymetini bilemediği için acı bir hissekapıldı. Vicdan azapları içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi görünmüştü.
Kapı zili çaldı. Grazia gelmişti. Ona sabah aldığı kararı nasıl söyleyeceğinin sıkıntısı içindeydi. Grazia Kenan Bey’e dün gece niye gelmediğini ve onu çok merak ettiğini söyler. Kenan Bey işi olduğunu ve bir otelde kaldığını söyler. Grazia ilan olunan harpten bahsetmeye başladı. Grazia sabah tercüman ile konuştuğunu hiç kimsenin bilmediğini, gazetelerin yazmadığı havadisleri öğrendiğini söyledi. Avrupalılar aralarında Fransa’ya Fas’ı, Almanya’ya Anadolu’yu, İtalya’ya Trablus’u, İngiltere ve Rusya’ya da Acemistan’ı taksim etmişlerdi. Birkaç ay sonra Rumeli’nin her tarafında bombalar patlayacak, Girit Yunanistan’a bağışlanacak, Arnavutluk’a, Makedonya’ya , Suriye’ye, Arabistan’a muhtariye verilecekti. Sultanlık avrupalıların eline verilecek Türkiye’de de ‘Beynelminel bir idare’ olacaktı. Avrupa’nın programı belli olmuştu. Grazia bunları çabucak anlattı. Tercümanın korkularını tekrar etti. Şimdi hükümet genç Türklerin elindedi. İki üç ay içinde Selanik’i terkedip İstanbul, İtalya ve yahut başka bir Avrupa memleketine gidilmeliydi, pasaportları bile hazırllatmıştı. Grazia Kenan Bey’e ne zaman hareket edebileceklerini sorduğunda Kenan Bey buradan bir yere gitmeyeceğini söyledi. Grazia inanamadı. Peki ben diye sorunca ‘sen de...’ diye karşılık verdi. Bu sırada Primo içeri girdi, yavaş yavaş yürümekteydi. Annesi ona hiddetli ve sert bir tavırla önemli bir konu konuştuklarını söyleyerek dışarı çıkardı.
Oysa primo olayların farkındaydı. Çünkü sabah mektebe gitmemiş Rum çoçuklarıyla rıhtımda balık tutmaya çalışırken mektep arkadaşlarından Orhan’ı görmüş ve yanındaki biraz büyükce olan bir Türk çoçuğuyla tanışmıştır. Bu bir Türk paşasının oğludur. Orhan Primo’ya sordu:
‘Senin baban Türk değil mi?’
Primo biraz kızararak ‘niçin soruyorsun ?’ dedi .
‘Soruyorum , niye inkar ediyorsun? Senin baban Türk mühendisi değil mi?’
‘Evet...’
‘O halde sen de Türksün!...’
Primo Türkçe bilmiyordu. Orhan Fransızca olarak elindeki Genç Türklerin beyannamesini tercüme etti. İtralyanlar’la Türkler’in muharebe ettiğini anlattı. Anlatırken en cesur, en asil bir millet olduğunu asırlarca bütün Asya’ya hakim olduklarından bahsetti. Atilla’nın Avrupa’yı ezip, köpek gibi inlettiğini, dünyanın en büyük hükümetini Cengiz’in kurduğunu anlattı. Bir kaç asır evvel Avrupa’yı terbiye eden bu ırka bütün Avrupalıların saldırdıklarını, mahvetmek için uğraştıklarını ama başarılı olamayacaklarını söyledi. Türkler’in eski deniz savaşlarından zamanın da Akdenizi bir Türk gölü yaptıklarından, büyük paşa babasından, mülazım ağabeyinden duyduğu şeyleri oldukca büyüterek, mübalağalaştırarak, uzun uzan hikaye etmektti. Primo dinledi ve o an kendisinin, babasının Türk oluşundan derin bir iftihar duydu. Rıhtımdaki Rum çoçukları onun bir Türk çoçuğu ile saatlerce konuşmasını kıskandılar. Onu çağırdılar fakat Primo aldırmadı. Orhan bu sineklerin bir şey yapamayacaklarını ancak taciz etmesini bildiklerini ve kendilerini rahat bırakmayacaklarını söyleyerek dışarı çıkmalarını tavsiye etti. Bahçeden çıkarak, ileride İttehat ve Teraki kulubü önünde dehşetli bir kalabalık gördüler. Kapının yanındaki parmaklık setine siyah esvaplı, sarı bıyıklı, küçük fesli bir adam çıkmış, namussuz, alçak, korsan İtalyanlar’ın haberleri yokken ve dostları iken birdenbire vatanlarına hücum ettiklerini anlatmaktaydı. Bu adam Onların büyük ve güçlü zırhlılarına karşılık, kendilerininde kutsal bir haklarının olduğunu bunun onların zırhlılarının karşısındaki kuvvetinden bahsetmekteydi. Sonra bir telgraf okundu. Orhan onu tercüme etti. İtalyanlar’ın Trablusta iki harp gemisi kayalıklara çarparak batmıştı. Daha sonra numayişçiler yukarılara doğru çekilmişlerdi. Primo kapının dibinde bunları düşündü. Geçmişin hatırasını noktası noktasına hayalinden geçirdi ve göğsünün kabardığını hissetti.
Kapıya döndü içeride şiddetli ve heyacanlı konuşma devam etmekteydi. Anahtar deliğinden içeriyi dinledi. Annesi burada kalmayacağını söylüyor, Kenan Bey ise kalırsa artık İtalyan olarak değil Türk olarak kalacağını, gider ve İtalyan olarak kalırsa aralarındaki ilişkinin biteceğini , kendisini boşayacağını ve görüşmemek üzere ayrılacaklarını söyledi. Annesi yüz sene uzunluğunda geçen bir dakika sonunda cevabını veridi: ‘On seneyi, sadakatimi sen düşünmezsen ben hiç düşünmem babamın yanına gider orada rahibe olur kalırım.’ dedi. Tek isteği Primo’yuda yanında götürmekti. Kenan Bey bu kararı Primo’nun vermesi gerektiğini söylerve o anda Primoiçeri girer. Annesi içeri giren Primo’yu kucaklamak ister. Primo bunu dehşetli bir ciddiyetle reddeder. Grazia birden bire değişen yavrusunun bu hareketi karşısında dona kalır ve hiç bişey söyleyemez. Primo büyük bir adam tavrıyla babasının yanındaki koltuğa oturdu. Başını eline dayadı ve Fransızca olarak niye onun hakkında konuştuklarını sordu. İtalyanca söylemiyordu. Her ikiside şaşırdılar. Kısa bir sessizlikten sonra Kenan Bey savaş çıktığını annesi ile tamamen ayrılacaklarını ya kendisi ile kalıp Türk olacağını yada annesi ile gidip İtalyan olacağını söyledi ve bu konudaki kararını sordu. Primo oturduğu yerden şiddetle fırladı Grazia ve Kenan Bey ne yapıyor diye birbirlerine bakarlarken, Primo heyecanlı tavrıyla annesini ve babasını süzmeye başladı ve gayet bozuk bir Türkçe ile :
‘Ben .. Turko çoçuk ..Ben yok İtalyano..Ben burda...Ben çoçuk Türk..’ diye haykırdı.
Grazia hayret ve endişe içinde masanın yanındaki sandelyeye yığıldı. Kenan Bey gözlerine ve kulaklarına inanamamaktaydı. Primo sonra Victor Emmanuel’in resmine vurarak onu parçaladı. Kenan Bey seviçli ve şuursuz bir şekilde ayağa kalktı, kanapenin üzerinde, yükseklerden kendisine bakan bu Türk çoçuğunu kucakladı ve onu göğsüne bastırarak alnından öptü.
KİTABIN ANAFİKRİ
Türk milleti özünü bulmalı. Kendi benliğinden uzaklaştığı takdirde KURTULUŞ SAVAŞI’ndan önceki duruma gelinebileceğidir.
OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞETLENDİRİLMESİ
Kenan Bey: Türklüğü seveyen; garazi Avrupalılar’a, onların adetlerine, terbiyelerine ve cemiyetlerine hayran olan ve bunları kendine bir yaşam tarzı olarak benimseyen birisidir. Daha sonra olayları değerlendirecek ve özünü bulacaktır.
Grazia: Kenan Bey’in İtalyan eşidir. Türkiye’de yaşamasına ve eşinin Türk olmasına rağmen İtalyan adetlerini sürdürmekte ve çocuğunuda tam bir İtalyan olarak yetiştirmek istemektedir. Savaş başlıyıncada onu alıp geri dönmek istemiştir.
Primo: Kenan Bey’in oğludur. Bir İtalyan gibi büyütülmüş ve Türkçe bilmemektedir. Daha sonra tanışacağı Orhan ona geçmişinin ne kadar şanlı olduğundan bahsetmiş ve onun da benliğini bulmasın da yardımcı olmuştur.
KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER
Gerçekten kitabı okurken bir Türk olmaktan gurur duydum ve damarım kabardı. Avrupalılar’ın hakkımızdaki düşünceleri, bizim üzerimizdeki istek ve düşünceleri ; Türkleri avrupalılaştırmak istemeleri üzerin de çok güzel durulmuş. Özellikle Kenan Bey’in hikayesi çok etkileyici idi.
YAZARIN HAKKINDA BİLGİ
HAYATI: Ömer Seyfettin 28.2.1884 tarihinde Gönen`de doğdu. Asker olan Ömer Şevki Bey`le Fatma Haınm`ın ikisi küçük yaşlarda ölen dört çocuğundan birisidir. Öğrenimine Gönen`de bir mahalle mektebinde başladı. Ömer Şevki Bey`in görevinin nakli dolayısıyla Gönen`den ayrılan aile inebolu ve Ayancık`tan sonra İstanbul`a geldi. Bu sırada henüz sekiz yaşında olan Ömer Seyfettin, dedesinin Kocamustafapaşa`daki konağına yerleşildikten sonra, önce Mekteb-i Osma-nî`ye, ardından 1893 ders yılı basında Askerî Baytar Rüştiyesi`ne kaydedildi. Bu okulu 1896`da tamamlayarak Edirne Askerî İdadîsi`ne devam etti. 1900`de İdadî`yi bitirerek İstanbul`a döndü. Burada Mekteb-i Harbiye-i Şahane`ye başladı. 1903 yılında Makedonya`nın karışması üzerine "Sınıf-ı müstacele" denilen bir hakla imtihansız mezun oldu. Piyade Asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selanik`te bulunan Üçüncü Ordu`nun İzmir Redif Tümeni`ne bağlı Kuşadası Redif Taburu`na tayin edildi. 1906`da İzmir Jandarma Okulu`na öğretmen olarak atandı. Bu, Ömer Seyfettin için önemli bir hadiseydi. Zira bu vesileyle İzmir`deki fikrî ve edebî faaliyetleri takip edecek ve bunlar içerisinde yer alan gençlerle tanışacaktı. Nitekim bu yıllarda batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik`ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik gördü. Mehmet Necip (Türkçü)`ten ise sade Türkçe ve millî bir dille yapılan millî edebiyat konusunda önemli fikirler aldı. Ömer Seyfettin Ocak 1909`da Selanik Üçüncü Ordu`da görevlendirilir. Bu sırada Balkanlar`da batılı devletlerin de teşvikiyle Osmanlı aleyhinde milliyetçilik hareketleri başlamıştı. Bunların neticesi olarak ortaya çıkan kargaşa üzerine bu bölgenin farklı yerlerinde görevler yaptı. Bu yıllarda edindiği izlenimler de yazar için son derece önemliydi. Zira Osmanlı aleyhindeki milliyetçilik hareketleri, kurulan komitalar ve onların yaptığı faaliyetlerle ilgili gözlemleri sonradan yazacağı hikayeleri, daha önemlisi fikrî ve edebî alanda açacağı yolu hazırlayan birikimler oldular. Selanik`te çıkmakta olan Hüsn ü Şi`r dergisinin ismi Akil Koyuncu`nun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemler’e çevrildikten bir süre sonra 11 Nisan 1911`de Ömer Seyfettin`in "Yeni Lisan" isimli ilk başyazısını imzasız olarak yayımladı. Bizzat yaşadığı hayatın ve o güne kadar devam eden arayışlarının cevabını Ziya Gökalp`ın düşüncesinde sistemleştirilmiş bir halde bulunca Gökalp`la birlikte Yeni Hayat kadrosunu oluşturdular. Genç Kalemler dergisi sayesinde bu hareket bir gençlik ve edebiyat faaliyeti halini aldı. “Bahar ve Kelebekler", "Pamuk ipliği", "İrtica Haberi", "Bomba", "Primo Türk Çocuğu", "Ant" ve "Aşk Dalgası" adlı hikayeler de “Genç Kalemler”de yayımlandı. Genç Kalemler yazı heyetini oluşturanlar Balkan Savaşı`nın başlaması üzerine zarurî olarak dağıldılar. Ömer Seyfettin yeniden orduya çağrıldı ve esir düştü. Nafliyon`da geçen esaret hayatı sırasında sürekli okudu. "Piç", "Mehdi", "Hürriyet Bayrakları" gibi hikayelerini bu yıllarda yazdı. Bu hikayeler Türk Yurdu’nda yayımlandı. Ömer Seyfettin 1913`te esaret hayatı bilince İstanbul`a döndü. Bir süre sonra da Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirildi. Burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı. 1914 yılında Kabataş Sultanisi`nde öğretmenlik görevine başladı ve bu görevini ölümüne kadar sürdürdü. 1915`te yalnızlıktan kurtulmak ve hayatına çeki düzen vermek maksadıyla İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Beşim Ethem Bey`in kızı Calibe Hanım`la evlendi. Fikrî ve ruhî anlamda uzaklıkları bulunan bu evlilik Güner isimli bir kız çocuğuna rağmen bozuldu. Yazar tekrar yalnızlığına döndü. "Münferit Yalı" dediği Kalamış koyundaki bir yalıda sık sık uğrayan edebiyatçı dostları ve özellikle Ali Canip ve onun annesiyle yaptığı sohbetlerle yalnızlığını gidermeye çalıştı. 1917`den ölüm tarihi olan 6 Mart 1920`ye kadar geçen zaman birçok acı ve sıkıntıya rağmen verimli bir hikayecilik dönemi oldu. Yeni Mecmua, Şair, Donanma, Büyük Mecmua, Yeni Dünya, Diken, Türk Kadını gibi dergilerle Vakit, Zaman ve İfham gibi gazetelerde hikaye ve makaleleri yayımlandı. Fakat diğer bir taraftan hastalığının artan belirtileri ile rahatsızdı. Mütareke yılları, işgal adındaki İstanbul ve Anadolu`daki kurtuluş mücadelesi gibi Türklüğü derinden etkileyen olayları bu fiziksel sıkıntılarının arasından algıladı. Hastalığı 25 Şubat 1920`de arttı, 4 Mart`ta hastahaneye kaldırıldı. Türk hikayeciliğinin bu unutulmaz ismi 6 Mart 1920`de hayata gözlerini yumdu. Önce Kadıköy Kuşdili Mahmut Baba Mezarlığı`na defnedildi. Daha sonra mezarı buradan yol geçeceği veya tramvay garajı yapılacağı gerekçesiyle 23 Ağustos 1939`da Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı`na nakledildi.
ÖYKÜ KİTAPLARI:
Sağlığında, Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür (1910), Harem (1918), Efruz Bey (1919) adlı hikâye kitapları yayımlandı. Bilgi Yayınevi Bütün Eserleri adıyla yazarın tüm çalışmalarını 16 kitapta topladı. Ömer Seyfettin'in bu seriden basılan öykü kitapları şunlar: Kahramanlar, Bomba, Harem, Yüksek Ökçeler, Yüzakı, Yalnız Efe, Falaka, Aşk Dalgası, Beyaz Lale, Gizli Mabet.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder